30 Ocak 2012 Pazartesi

!f'imiz de geldi.


Buradan festivalle ilgili her türlü bilgiye ulaşıp, hangi filmler nerelerde gösteriliyor öğrenip şu şekilde de takviminizi oluşturabiliyorsunuz. !f İstanbul, 16-26 Şubat tarihleri arasında. Özellikle My Brother The Devil ve sinemalarda gösterime girmeyen senenin sağlam filmlerinden 50/50 ve The Descendants gibi filmleri de izleme fırsatı bulabilirsiniz.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Türe Bağımsızlık

dikkat! şimdi düşüncelerimi epey zengin formatta yayınlayacağım.

insanlar görmüyorsa yaptıklarınız anlamsızdır diyorsunuz, gösterişiniz bundandır, diyorum.

insanları sevmiyorum demeyi bırakın, ihtiyacın sevgiyle bir ilgisi yoktur.

insan istanbulda yalnız vakit geçirmek isterse pek tabii önemli mercileri doğrusal hareketlere geçirmek istemeyebilir.

insanı yalnız korkmaktan olan başka biri ise önemli mercileri düzgün hızlanan doğrusal harekete kılmaktan meşru ve müebbettir, bencilliğe.

insanlar yazıları sadece kendini rahatlatmak için yazmış olup, bazen çöplüğün engin küflüklerinde yeşillenmek yerine açığa çıkarır ve belki asi yargılara başkaldırır.

amaçsız olmanın güzelliği bir yazıda paragraf oluşturmamanın verdiği dayanılmaz hafiflik ve yapılan her eyleme farklılık katma çabasıdır.

aniden bütün saçı başı dağınık kelimeler şiir oluverir fakat sayfanın başına akıntıya ters bir hızla ulaşıldığında kürekler parçalanır ve bir bebek annesini çağlar. ama belki de çağlamaz, bazen nehir ıslıklarını yanlış duyuyorum.

liseden kalma fizik bilgilerim ve incir ağacı büyüklüğündeki kelime dağarcığım için bazı kimselere teşekkür etmiyorum.

24 Ocak 2012 Salı

Oscar Adayları Ayyuka Falanı

Tüm listeye tabii ki imdb'den bakabilirsiniz. Beni üzen; Young Adult'ın çıkış tarihinin geç olması sebebiyle Oscarlar öncesi ne Golden Globe'da ne de SAG ödüllerinde boy gösterememiş olmasından dolayı burada adaylığını görememiş olmamdı. Her ne kadar akademinin Diablo Cody'yi es geçmeyeceğini düşünüyor olsam da, malesef adını bir yerde göremedim Young Adult'ın.

En İyi Yönetmen Oscar'ı Alexander Payne ve Martin Scorsese arasında kapışılır diyorum, Hugo zaferinden sonra da, umarım Oscar Scorsese'e gider.

Harry Potter'a selam niteliğinde 2 adaylık da var ayrıca; En İyi Sanat Yönetmenliği ve En İyi Makyaj dallarında. Ocak ayının Sinema dergisinde tahmini adaylıklar listesi vardı, liste çoğunlukla tutmuş.

Bu sene aday olduğu tüm Oscarları cepleyeceğinden emin olduğum The Artist filmine de buradan selamlarımı gönderiyorum.

20 Ocak 2012 Cuma

Sahte Şekilcilik ve Zıpırcılık

Hayret bişey!

Gece gece aklıma saçmasapan düşünceler üşüştü yine. Yazmayayım diyorum, ciddiyetimi koruyayım biraz her gece aynı saçmalığa dalmayayım diyorum ama olmuyor.

"Beynimden sarkan şişko pembe tişörtlü kadınları durduramıyorum."

Bazen gereğinden çok fazla düşünüyorum. Çok fazla. Farkındalık diyorum bütün cevapsız sorularıma teselli bir yanıt niyetine; farkındalık. Neyin farkındalığı? Bir şeylerin yanlış olduğu mu? Her ne ise bilmiyorum ama insanların uğraştığı şeyler bana çok saçma geliyor. Fazla.


Tarafsızlığın kararsızlık olduğu zor bir zamanda yaşıyoruz. İnsanlar sağ-soldan tutun da, renklerine, ırklarına, düşüncelerine göre sınıflandırılmış ve ayrılmış durumda. Anlamı hiççilik demek olmasına karşın nihilizm bile bir akım, bu akıma mensup insanlar var...

Olayın saçmalığı da burda. Güç dengeleri değiştikçe insanlar değişir, değiştirilir, görüşleri yönlendirilir, ortaya bir şeyler atılır ve kimi insanlar bunu sahiplenir, kendilerince bir görüş oluşturdukları kanısındadırlar lakin sadece başka insanların düşünmelerini istedikleri şekilde düşünüyorlardır.

Ben buna güdülenme diyorum. Dünyayı döndüren olgu bu. Din, siyaset, politika, bilim.. Hepsi aynı anafor içinde dönmekte. Güdülenme ve çoğulculuk. Bir dini olan insana niçin dini olduğunu sorduğunuzda inanmanın gerekli olduğunu söyleyecektir muhtemelen, inanmayan insan yoldan çıkmıştır çünkü, bir yolda gitmek gerekiyordur. Bu hayatidir. Şekilcilik sapına kadar gereklidir. Bir güruha mensup olmak ve belli bir konu hakkında belli görüşler belirtmek zorundasınızdır, günümüzde düşünce çizgilerinin bu kadar keskin belirlendiğini de düşünecek olursak, apolitik veya anti-izm bir insanın sürüden dışlanmasını gayet kolaylıkla kabullenebiliriz. Bu asi tavır düpedüz kararsızlık ve yolunu bulamamışlıktır diğer insanların gözünde.

Neden?

Faşist dediğimiz insan türü bile belli bir akıma (faşizm) mensup olabiliyorsa, o zaman bir yol seçmenin gerekliliği nedendir? Dilimize doladığımız demokrasi kavramının ne mantığı var sürdürdüğümüz hayatta onun bir emaresini göremiyorsak?


Sanırım benim bu ipsiz sapsız görüşlerim de "anarşizm" oluyor.

19 Ocak 2012 Perşembe

Twilight Problemi

Bir hipster problemi olarak Twilight'ı ele alacak olursak çoğunluk ikiye ayrılmış durumda; seven ve inkar etmeyen "ergen" diye nitelendirilen 1.güruh ve "ıyk böğk nefret ederim çünkü çok popüler ve iğrenç" diyen hipster tavrı diyeceğim bir yakıştırmayı uygun gördüğüm 2.güruh. Ki bu güruhun yanında değil Twilight'tan bahsetmek filmin adını dahi ağzınıza alsanız sizi oracıkta rezil ediverirler, yedi sülaleniz inim inim inler. Aslında çözmesi çok da zor bir sorun değil, tabi ortada bir sorun da yok ama; ben bu noktada Türkü Turan'ın yaklaşımını çok doğru buluyorum. Kendisi bu tür pop-kültür ikonu haline gelmiş filmlerin ve kitapların daha genç kitle için kitap okuma ve sinemaya gitme gibi iki önemli aktiviteyi yerine getirmeye olanak sağladığını söylüyor ve bence çok haklı. 10 ya da 11 yaşındaki bir çocuktan Stanley Kubrick filmi izleyip çözmesini bekleyemezsiniz. Doğal olarak bu yaşlardaki çocukların zevklerini yakışıklı çocuklarla, güzel kızlarla, azıcık kavga dövüş sahnesiyle ve ömür boyu süren aşklarla tatmin etmek zorundasınızdır. Kristen Stewart hakkında aynı şeyleri söyleyemeyeceğim bu genç yaş kitlesindeki erkeklere onun hitap etmediğine eminim fakat kızlar sevgili Edward ve Jacob'larıyla gayet mutlu.

Objektifi kendime çevirecek olursam; benim de kitaplarını okumam tamamen bir lise muhabbetinden ibaretti, yani o zamanlar kızından erkeğine "herkes" bu kitabı okuyordu ve okumamışsanız vay halinize gibi bir durum vardı ortada. Bu da büyük bir sorun teşkil edebilirdi zira lise demek bir grubun parçası olursan hayatta kalırsın demekti. Ben de o gün hemen kitapçıya gidip 3 kitabı birden alıp 3 günde - her gecede birini okuyarak - bitirmiştim. Hazırdım, artık ben de sınıfta dönen Twilight muhabbetine katılabilirdim. Bu açıdan çok normal görünüyor, bir de filmlere sinematografik açıdan bakalım.

Daha önce de bir yerde bol bol söylediğim gibi ben bir eleştirmen değilim, kendi çapımda anlatmaya çalışacağım. Twilight bu kadar pop kültür olmasa müziklerini dinlediğinizde bir bağımsız film olduğunu iddia edebilirdiniz. Müzikler tam bağımsız filmlere yakışacak indie'likte çünkü. Blue Foundation, Florence and the Machine, Bat For Lashes filan... Lakin Twilight bir küçük şirin indie-film değil o yüzden konuya geri dönüyorum. Filmin işlenişiyle de genel olarak bir sorunum yok, Twilight'ın bir fanı değilim, filmleri de çok inceleyerek izlemedim fakat zaten benim tek bir problemim var, o da Kristen Stewart. Bu noktada birkaç fotoğrafı ve videoyu yardıma çağırıyorum.

Bakış, ifade ve mimik yoksunluğundan muzdarip bir "oyuncu" kendisi. Panic Room'da ilk izlediğimde büyük bir yetenek geliyor demiştim ama kendisinin yaşı büyüdükçe oyunculuk yetenekleri kısıtlanmış. Rol yapamıyor demiyorum, sadece her filmde onu aynı görüyorum. Tek bir karakteri oynuyor Stewart, sadece filmler değişiyor.
İşin en kötü tarafı da tüm bunları müthiş bir oyunculuk sergilermiş gibi yapması. Yani, hadi kızım, aşırı göz kırpmalar, anlamsız kekelemeler, dudak ısırmalar, konuşmadığı zamanlarda sürekli yarı açık bir ağız, abartılı el hareketleri, saç atraksiyonları. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde ortaya kendisi çıkıyor. Kendisinin Bella rolünü istemeyerek çektiğini duydum, tabi o kadar zilyonlarca milyon doları istemeyerek almak da zordur. İstemiyorsan oynamasaydın bari, bu olaya da biterim. İstemeyerek oynuyormuş. Kendisinin çağdaşlarından biri olan Dakota Fanning'e bakıyorum, I Am Sam'de ağlatmıştı bu kız beni. Yani Twilight'ta oynamak bir oyuncu için idam cezası filan değil, fakat Stewart böylesine bir pop-kültürde boy gösterdiği için kendini kurban filan sanıyor heralde, ne bileyim lan.

Tavsiyem gerçek hayattaki giyim tarzını ve tavırlarını ve bu rol işindeki aynılıklarını bir an önce yok etmesi. Yoksa yaşıtlarının gerisinde kalıp sadece böyle Snow White ve Twilight gibi yapımlarda gösterebilecek kendini, benden söylemesi.

GizemOktay

Flavors.me adresim; GizemOktay

18 Ocak 2012 Çarşamba

Annie Carbo


Bir tane tazecik Tumblr keşfi... Hoş illüstrasyonları ve çizimleri bulunmakta. Web sitesi de burası 


Resmiyet dışı


Az buçuk kategoriye soktum sanıyorum blog'u...kitap ve film üzerine ağırlıklanacak gibi duruyor..

Ama aklıma bir şey takıldı. Yazmadan duramayacağım. Bir eleştirmen veya yazar değilim, hiçbir işi hiçbir şeyi tam olarak tamamlamış ya da çabalarımdan dolayı ödül almış bir insan değilim. İşin aslı hayatım boyunca ortalama oldum ve buna alıştım.

Tabii ki okul boyunca derslerim iyi oldu, her memur ailesi çocuğu gibi ben de sayısala yönelip mühendislik ve tıp arasında bocalayıp durdum. Şimdi üniversiteyi yarıladım ve ne kadar yanlış seçimler yaptığımı daha yeni fark ediyorum. Bir insan istekleri doğrultusunda yönlendirilmezse ya da ne istediğini bilmezse orada sorunlar ortaya çıkar. Üniversitede bir bölümü okumak ızdırap değil zaten, sorun burda değil. Ortalamanın üstünde bir zekaya sahip her insan kafasına istemediği bir bölümü de oturtabilir, hayatını idame ettirebilmek için sevmediği - ya da nötr olduğu diyelim -, bir işi yapabilir, yapabilir işte. Şartlara kendini uydurmak çok zor bir şey değil.

Lakin kafamı kurcalayan şey her zaman başka oldu; o da süreklilik. Herhangi bir klasmanda başarılı bir insan için süreklilik şarttır. Bu işi nerdeyse anasının karnından öğrenmiş olarak doğacaktır, elinden gelse. bir müzisyen en az 4 yaşında kendini tutkuya bırakmalıdır, lisede ailesi tarafından eline tutuşturulan akustik bir gitar süreklilik problemini çözmez. İlle de çözmez demiyorum, ya da bir tabu koymuyorum insanlar çok küçük yaştan itibaren bir şeylere başlamalı diye ama az buçuk takip ettiğim insanlar var benim de ve hepsinin de ağzından aynı tutku dolu cümleyi duymaktan inanın çok sıkıldım: "Ben bu işi küçüklüğümden beri yapıyorum."

Ben ne yapacam lan o zaman? Benim sanatkar bir annem yoktu, benim babam ben 4 yaşına gelene kadar Kuzey Irak'ta operasyondaydı, benim annem ben bebekken bebek otopsilerinde çürüyordu. Napacaz şimdi? Üniversiteye gelene kadar bir büyük şehirde 2 aydan fazla vakit geçirmemiş, taşrada büyümüş olan ben ne yapsındı? Asla taşrayı küçümsemiyorum, taşra benim vatanım, o ortalama memur hayatı benim kimliğim, ama bazen olmayınca olmuyor. Küçük de olsa bir şehirde hayatınızı devam ettirebilecek her şeyi bulabilirsiniz, ama tutkularınızı bulamazsınız. Gelecekte nasıl bir insan olacağınıza dair bilgileri edinemezsiniz. Önünüzde sadece ekmek kavgası denilen bir tabu vardır ve bu tabu da sadece çalışmakla yıkılır. bu yüzden ben ve binlerce benzerlerime, çalışmak öğretildi. Önümüzde ne varsa ona çalışmaya... Bazı şeyler hobi olarak yapılmalıydı, ekmek sanatla kazanılamazdı. ne deniyordu? Hah, emniyet, sağlık, eğitim. bu 3 koldan bir yerden iş buldun mu tamamdı. hayatın anlamını dahi çözmüştün.

Bu yüzden ne istediğimizi, hayattan neler beklediğimizi anlayamadan elimize tutuşturulmuş binlerce soruyla boğuşurken, neyle uğraşmalıyım sorusunu soramadık kendimize. Dershanesinin primini düşünen rehber hocalar tarafından tıpla ilgilenmemiz öğretildi, aklımızdan doktorluk diye bir kavram geçmemesine karşın. Sınavlar geldi çattı, bi puan elimize gelsin de bakarız dedik. Olay burda kitleniyor zaten. Bir kere işi araca odakladın mı, amacını kaybediyorsun. Günümüz işsizlerinin çoğu nitelikli eleman sorunundan şikayetçi, bahse varım 10undan 9u istemediği bölümlerde okumuştur. Bu öss (ya da adı her ne boksa) gibi berbat bir sistemi amacın önüne koyup aracı asıl niyet yaptıklarındandır.

Kısacası demekten nefret ederim ama kısacası; bir insanın istediğini bilmesi çok önemli. Bunun için çevre ve aile şartları düzgün olmalı, düzgün bir iş her şey demek olmamalı. Ben bu görüş yüzünden hayallerimin peşinden gitmekten vazgeçtim. şimdi de büyük isyanları oynuyorum, aman ne önemli. Siz böyle olmayın diyemem, kime hitap ettiğimi bilmiyorum, kimseye tavsiye verecek durumda da değilim. Ama böyleyken böyle. Şimdi siktirip gidiyorum.

Güle güle.

17 Ocak 2012 Salı

Blue Mountain State

" I have a dream!"

Her sorunun çözümünün "parti" olduğu, miladınızın cumartesi maçına kurulu olduğunu ve maçtan sonra sıfırlandığını düşünün. Antrenman-parti-maç bermuda üçgeni çerçevesinde kafanızı yormadan eğlenmeye de hazır olun! Üniversitenin sadece geyikten, erkekler için parti ve kızlardan, kızlar için de parti ve erkeklerden oluştuğunu hayal edin. Hizmetinize girmiş bir inekler ordusu bütün ödevlerinizi yapıyor, kıçınızı yalamaya hazır yardakçılar sizin için ne yapabilirim edasıyla kapınızda dikiliyor. İşte BMS futbol takımının önünde uzanan altın kapıları böyle özetleyebiliriz. Ben şahsen 1-2 tanesi dışında pek dizi izlemiyorum, fakat bu mükemmel güzellikteki sığ eğlence anlayışı beni acayip rahatlatıyor. Komedi unsurları basit, isterse kendini 100 kere tekrar etsin yine de komik! Bu dünyada güdülen kin dahi gülünç. Kısacası A'dan Z'ye her şey eğlence. Kafası bozuk arkadaşlarınıza tavsiye etmeniz gereken bir dizi, aklınızda bulunsun. Jeneriğinden daha nasıl bir diziyle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz zaten. Parti, seks, uyuşturucular ve tuhaf komik futbol entrikaları içine gömülmüş kimisi moron kimisi de şaşırtıcı derecede zeki birtakım oyuncularla dolu bir takım.

Etrafta çok bilinmemesinden yola çıkarak efsane komedi diyerek abartmayacağım, ama her bölüm ayrı bir olay içerip sadece karakterler aynı kaldığından takip meselesini ya da iki bölüm arasında geçen süreyi kafanıza takmanıza gerek yok. Size birkaç amerikan futbolu ipucu ve alkol alma yöntemleri dışında bir şey katmayacağını belirtmeye de gerek yok, bolca kahkaha dışında tabii.

Ayrıca sadece erkeklere hitap etmediğini de kesinlikle söyleyebiliriz. Nedense aksi şeyler duydum. Saçmalık.

Neyse izleyin işte, iyidir.

The Catcher in The Rye - J.D.Salinger

Temel bir başlangıç olarak Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ını ve Albert Camus'un Yabancı'sını okumuş olanlar bilir "dışardaki" adamları. Bulunduğu ortamdan rahatsız ve kendini hiçbir yere ait hissetmeyen avareleri ve hayatlarındaki koca kara mizahı. Buradaki kara mizah ise şüphesiz tuhaf ve alakasız olaylarla birdenbire saçma sapan bir boyuta saran yaşamları.. Bir adamın yanlışlıkla bir adamı öldürmek suretiyle hapse girmesi veya -söz konusu kitabımız için- eskrim takım gereçlerini New York metrosunda unuttuğu için okuldan atılan bir çocuk gibi...

Ben Türkçeye çevrilmiş haliyle Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı hem sevdim hem sevmedim. Kitabın başları çok iyiydi, özellikle gözümüze sokulan sinemadan nefret eden, şekilciliğe ve sahteciliğe karşı aykırı bir lise çocuğu vardı önümüzde. Ki kendisi de ironik olarak kendisiyle alakası olmayan başka çocuklarla bir zengin kolejine tıkılmıştı. Ve "epey cahil olduğunu fakat çok okuduğunu" söyleyen gerçekçi bir çocuktu kendisi. Yaşının çok üstünde bir olgunluğa erişmişti küçük yaşta. Bunun sebebi biraz yazar olan abisi D.B. (kitapta ismi verilmiyor) ve biraz da küçükken kaybettiği kardeşi Allie idi.

Yalnız kitabın belli bir bölümünden sonra büyü bozuldu, o olgun çocuk gitti ve yerine kısmen seks bağımlısı, baba parası yiyen züppe bir çocuk geldi. Aslında tam olarak böyle olmadığını göstermek adına kitapta küçük atraksiyonlar olmaya devam ediyordu hala fakat kitabın başındaki etkiyi kesinlikle yakalayamadı şahsımca. Aksine çocuğu olgun bir insandan çok deli bir insana doğru yöneltti Salinger aniden. Ölmüş kardeşiyle muhabbet ettirip, etraftaki diğer karakterlerin ağzına "psikiyatr" sözcüğünü daha fazla sürerek. Şüphesiz ki bu mantıklı zira karakterimiz Holden Caulfield'ın olgunluktan kırılıyor olduğunu söylemek de aslında biraz abartı olur.

Hayattan hiçbir beklentisi bulunmayan, talihsiz, babadan zengin, karamsar, yalnız, tuhaf bir çocuk Holden. Central Park'taki göllerde bulunan ördeklerin kışın göl buz tuttuğunda nereye gittiğini merak ediyor, okuldan atılıp başını alıp gittikten sonra kaldığı köhne bir otelde odasına bir fahişe çağırıyor fakat onunla muhabbet etmek istiyor, evet bunlar yalnız bir adamın çırpınışları. Ve kitaplarda genellikle böyle adamların sonuna tuhaf ve komik şeyler gelir. Asla kesin bir son yoktur. Zira karakter de havada asılı kalmıştır bir bakıma, sahip olduğu saçma farkındalıklar sebebiyle hiçbir zaman "çoğunluğun" geri kalanı gibi bir hayat süremeyecek ve ya bir gün merdivenlerden düşüp ölecek ya da sabah kahvesini içerken boğulduğu için hayatını kaybedecektir.

Sanırım buradan sonra bir spoiler alarmı!

Nitekim The Catcher in the Rye'ın da sonu böyle tuhaf ve hüzünlü...Her şeyi bırakıp gitmeye karar verdiği an geride veda edeceği sadece Phoebe adlı küçük kardeşinin kaldığını fark ediyor ve bu küçük kızın da bavulunu toplayıp geldiğini görünce gitmekten de vazgeçiyor, evine geri dönüyor. Alakasız ama bir o kadar da mantıklı bi son. Holden'ın yaşamından kısa bir kesit, yaşamının öncesinin nasıl olduğunu ve sonrasının nasıl olacağını anlayabileceğiniz bir kesit.

Her zaman bir şey peşinde ama neyin peşinde olduğunu bilmediğinden sürekli koşuyor ve arıyor, bitmek bilmez saçma bir arayış bu. J.D.Salinger'ın The Catcher in The Rye'ı karamsar ruhlara hitap eden güzel bir roman.

16 Ocak 2012 Pazartesi

Blue Valentine

Şüphesiz ki her filmde görmeyi istediğimizdir saf aşk ve sonsuza kadar mutlu yaşayan birtakım insanlar. Eğer böyle beklentileriniz çoksa, o zaman Blue Valentine'i bir kenara bırakın. Ki kendisi başarısız bir çeviriden muzdarip diğer filmler arasına katılmış olmakla birlikte (Aşk ve Küller) bir aşkın ölümünü anlatıyor bize, karşılıksız bir aşkın.

Film bodoslama bir evliliğin ortasından dalıp zincirleme reaksiyonların başladığı yerin öncesine ve sonrasına karışık bir sırayla götürüyor bizi. Bu noktada pek çok yorumu "500 Days of Summer'ın daha hüzünlü hali" şeklinde görünce pek de şaşırdığımı söyleyemem fakat  Blue Valentine gerek karakterlerin derinliği ve gerek de olay örgüsü sebebiyle 500 Days of Summer'ın çok çok ötesinde.

Karakterlerimiz Dean ve Cindy; Frankie adında bir kızları, Megan adında bir köpekleri ve standart aile boyu bir Chrysler arabaları olan görünüşte ortalama bir hayat süren ortalama bir çifttir. Arada sırada kızlarını büyükbabasına emanet edip temalı seks otellerinde 1-2 günlük minik maceralar yaşamalarının dışında gayet ortalama bir hayat sürmektedirler. Cindy bir hemşire ve Dean de, badanacı herifin biridir işte. Görünürde birbirlerini severek evlenmişlerdir ki film boyunca gösterilen flashback'lerden görünürde bu anlam çıkıyor.

Dean Cindy'ye ilk görüşte aşk dediğimiz ütopyalar çerçevesinde vurulmuştur ve onunla buluşma ayarlamaya çalışmaktadır. Cindy'nin ise o sıralar takıldığı başka biri olduğundan Dean'i biraz görmezden gelmekte ve sanırım biraz da cepte saymaktadır. Lakin daha sonradan bir şekilde (bu şeklin ne olduğuna değineceğim) Dean'le birlikte olmaya başlamakta ve sonra yıldırım hızı olmasa da hızlı bir şekilde evlenmektedir.

Öncelikle filmin daha en başlarından vermek istediği mesajın açık olduğunu belirtmek istiyorum; hikaye tek taraflı bir aşkın çevresinde dönmekte ve iki taraflı bir mutsuzluğu anlatmakta. Cindy'nin Dean'i gözünde nasıl bir insan olarak nitelendirdiğini söz konusu çift aşk otellerine doğru yola çıkarken Cindy'nin markette eski sevgilisiyle karşılaştığı an çözüyoruz. Cindy'nin bakışlarından Dean olmasa bu adamı seçeceği anlaşılıyor. Zira kendisinin Dean'le evlenmesinin apaçık bir sebebi de bu adamdan hamile kalması ve kürtaj olamayacak kadar korkmuş olması. Hikayenin deliler gibi seven tarafı olan Dean Cindy'nin üç ayağı olsa dahi umursamayacağından bırakın bebeği önemsememeyi Cindy ve bu bebekle (kendisi Frankie oluyor) bir aile kurmak istiyor. Nitekim kuruyorlar da.. Lakin işler pek Cindy'nin istediği gibi yürümüyor. Beklentilerinin çok çok aşağısında bir hayata mahkum ediyor kendini birdenbire, bu biraz fedakarlık olarak nitelendirilse de ben bencillik olarak görüyorum. Doktor olacakken hemşire olmuş, standartlarının aşağısında biriyle evlenmiş biri olarak Cindy mutsuz bir kadın. Dean ise planlarının arasında ne evlenmek ne de aile kurmak varken bir anda başına gelen bu aşk sarhoşluğundan mutlu. Zira kendisi itiraf ediyor, olayların gidişatına memnun olduğundan, Cindy ve Frankie'ye sahip olmaktan falan filan. Kısacası kanaatkar bir adam. Cindy ise öyle değil. Çalıştığı klinikteki doktorun ona teklif ettiği işi kafasında bin kere evirip çevirdiğine eminim. Son raddelerde doktor asıl isteğini belli edip Cindy'ye ailesini bir kenara bırakmasını söyleyene kadar da bu fikri baya çevirmiştir kafasında. Gelgelelim durumundan rahatsız olsa da bir ailesi ve zorunluluktan sevdiği bir kocası var, dolayısıyla doktorun teklifine hayır diyor. Ama bu herhangi bir şeyi ispatlamıyor.

En açık haliyle Cindy mutsuz. Dean'in kabullenip yaşadığı bu ortalama ötesi hayattan rahatsız. Hatta mevzubahis aşk otellerinde bu konuyu evirip çeviriyorlar üstelik; Cindy şarkı söyleyebilip, dans edebilip ve daha birçok şeyi yapabiliyorken Dean'in neden ev boyadığını dahi soruyor, potansiyelini neden kullanmadığını dile getiriyor. Dean ise sadece karısına aşık, mutlu bir adam, insanların evlerini boyayıp akşam evine geldiğinde kendisine ait olmayan kızına sarıldığında mutlu oluyor.

Hikayenin düğüm noktası da otel, Cindy gecenin sabahı oteli terk edip işyerine gidiyor, Dean sarhoş bir şekilde onun peşinden ve klinik doktorunu pataklama da dahil çeşitli karışıklıkta olaylar baş gösteriyor. Cindy'nin kesin tavrı ve boşanmak istemesi de olayın bir sonu aslında ancak Dean gibi aşık bir adamı böyle bir sona mahkum etmek çok acımasızca, kendisi anlık bir isyan anında yüzüğünü çimlere atsa dahi iki dakika sonra onu geri aramaya gidiyor. İşte bu kadar aşık bir adam.

Blue Valentine tek taraflı bir aşkın ve en nihayetinde mutsuz bir aşkın inanılmaz oyunculuklar ve hoş indie müziklerle bezenmiş bağımsız hali. Başrollerdeki Ryan Gosling ve Michelle Williams da sanıyorum bu filmin bağımsız sektörün mihenk taşlarından olma sebeplerinden biri.

The Girl with The Dragon Tattoo

Şüphesiz ki ucuz bir hipster tavrıdır popüler olana karşı olmak ve sevmemek. Sevmemek de bilmemekten daha kesin bir tavır olabiliyor bazen. İşte ben bu yüzden Millenium serisini vakt-i zamanında bestseller olduğunda burnumu çevirip okumayı reddettim. Lakin ne zaman işin içine David Fincher girdi, devir değişti. Kitabın hikayesini dahi bilmememe rağmen filmi dört gözle beklemeye başladım. Fincher'ın nasıl sayko bir bakış açısını bildiğimden bir nevi se7en Fight Club skalasında bir film bekliyordum. Beklediğime de değdi. Ana karakter Lisbeth Salander her ne kadar dış görünüşüyle belli bir tarz yakalamaya çalışmış gibi gösterilse ve tipik bir - kola, sigara fast food ile beslenirim ama metabolizmam hızlı olduğundan sıska kalırım - mottosuyla pazarlansa da, fenomen olduğu bir gerçek. Eski filmi izlemediğimden İsveç yapımı uyarlamayla Hollywood yapımı arasındaki farkları tam çözümleyemeyeceğim fakat eminim birkaç gösteriş fark ediyordur. Bir de David Fincher faktörü var tabii. Her ne kadar okuduğum çoğu eleştiride filme kendi katkısının minimum düzeyde olduğu söylenmişse de bence filmin jeneriği dahi David Fincher diye haykırıyordu. Hatta biraz Se7en'ın jeneriğini de hatırlattı diyebilirim kendi şahsım adına müzikler ve yeterli ölçüde sayko muhabbeti sebebiyle.

Gelelim yeniden Lisbeth'e..Zaten filmde beni tek çeken bu karakter diyebilirim. Olaylar ucuz bütçeli bir polisiye filminden bekleyeceğiniz kadar düşük standartta değil elbet fakat, bu film için karakterler daha çekici.

Lisbeth Salander; bir triseksüel, biraz android, kibarlıktan ya da toplumun öngördüğü herhangi bir kuraldan nasibini almamış, buna rağmen ironik bir şekilde devlet himayesinde, garip bir varlık. Yaşamamak için yaşıyor gibi. Film boyunca gösterilen gerek tecavüz sahnesi, gerek Daniel Craig'le ve bir transseksüelle birlikte oluşu duygu vb şeyleri zerre önemsemediğini ve sadece çıkarı veya anlık zevkleri için bu hareketlere kalkıştığını gösteriyor. Yeni bir bilgisayar almak için gözetmenine el muamelesi yapması da keza, aynı bokun laciverti.

Aslında rahatsız olduğum ufacık bir nokta da bu tür çoğunluk tarafından uç kabul edilen bir karakterin neden böyle oluşunun sorusunun cevabının direk ve net bir şekilde "aile" olması. Filmde Lisbeth'in neden böyle olduğunu açıklama kaygısı içersinde bir sahnede Blomkvist soruyor; Nasıl 23 yaşında bir kız hala devlet himayesinde olabilir? Cevap belli; "Babamı yakmaya çalıştım, %80 başardım da." Buna benzer bir şey işte.

Demek istediğim bir insanın belli bir yaşam kalitesinin altında olup alışılmadık bir hayat tarzı olmasının cevabı neden hep ailedir? Neden hep yanıt ya sarhoş bir babada, ya da direk anne babanın olmayışında gizlidir?

Ben mi fazla eşeliyorum bilmiyorum ama film dönüp dolaşıp "Normal olan nedir?" ya da "Çoğunluğun reddettiği şey neden anormaldir?" sorusunu soruyor gibi geliyor. Tüm o polisiye örgüsü kurmacanın altında yatan tek bir karakterin bu kadar önemli olmasının sebebini bu olarak görüyorum.

Filmi de şiddetle izlemenizi tavsiye ediyorum.

Golden Globes ve Hazımsızlık

Lafı fazla uzatmadan önce kazananlar;

En İyi Film (Drama): The Descendants
En İyi Film (Komedi / Müzikal): The Artist

En İyi Erkek Oyuncu (Drama): George Clooney / The Descendants
En İyi Kadın Oyuncu (Drama): Merly Streep / The Iron Lady
En İyi Erkek Oyuncu (Komedi/Müzikal): Jean Dujardin / The Artist
En İyi Kadın Oyuncu (Komedi/Müzikal): Michelle Williams / My Week with Marilyn
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christopher Plummer / Beginners
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Octavia Spencer / The Help
En İyi Yönetmen: Martin Scorsese / Hugo
En İyi Senaryo: Woody Allen / Midnight in Paris
En İyi Şarkı: Madonna / Masterpiece (W.E.)
En İyi Müzik: Ludovic Bource / The Artist
En İyi Animasyon: The Adventures of Tintin
En İyi Yabancı Dilde Film: Jodaeiye Nader az Simin (A Separation) / İran


Evet, şimdi sırada benim hazımsızlıklarım. Açıkçası bu ödül törenlerine çok fazla tamah etmemek gerektiğini biliyorum. Kimlerin düzenlediği kısmına gelince "i don't give a shit" diyorum fakat her yıl aynı teraneyi görmekten de bıktım. Yaşam boyu başarı ödülüne layık görülmüş bir Meryl Streep'ten bahsediyorum. Biraz emeklilere yol verip gençlerin önünü açalım tribi değil bu tabi ki fakat Iron Lady gibi mesajını tam olarak verememiş bir film için Meryl Streep'in ödül almasına pek içim elvermedi. Biraz da kendi bencilliğimden bu zira ödülü Rooney Mara'nın almasını çok ama çok istiyordum. Bi Social Network'teki karakterine bir de The Girl with The Dragon Tattoo'daki Lisbeth Salander'a bakıyorum ve "sırf aday olması bile bir şeydir" diyemiyorum zira kendileri bu filmde nevi şahsına münhasır bir performans sergilemişti. Blue Valentine'le birlikte kendisine aşık olduğum Michelle Williams'ın da ödül almasına çok sevindim, iyi oldu güzel oldu.
Bir başka rahatsızlığım Hugo'dan. Daha doğrusu The Descendants'tan mı demeliydim? Hugo başrol karakterleri ve hikayesi itibariyle bir çocuk filmi izlenimi verse dahi aslında sadece  sinemaya saf bir saygı duruşu, George Melies'e ithaf edilen hikayesi sebebiyle. Ödül alamamasına üzüldüm bu sebeple. Benim yorumlarım bu kadar sanırım, ödüllerin dağılımıyla alakalı başka bir hazımsızlığım yok.

Saygılar.

erken kaybedenler

Emrah Serbes şüphesiz ki "yormadan" edebiyat yapan nadir yazarlarımızdan bir tanesi. Seçtiği konular o kadar içten ve "bizden" ki, okurken sizi kaptırıp götürüyor kendi dünyasına. İşte Erken Kaybedenler'de yer eden bu küçük vücutlu fakat koca yürekli güruhun kendi davalarının peşinden gitmekteki kararlılıkları günümüzdeki çokça sahte aktivistin yüzünü kızartacak içtenlikte. Çünkü bu küçük adamların görüp bildiği dünyada gerçekleşenler, belki de kimsenin yaşamamış olduğu kadar gerçek. Bir o kadar da içten. Baba tokadından, anne gözyaşından, genç kız gülümsemesinden size göz kırpan küçük adamlar.








"Aparmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın "Bülent ?"
"Hangisini ?"
"Otomatik yanan, sensorlu lamba."
"Hayır."
"Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece."
Önüme baktım.
"Neden kırdın ?"
Cevap yok.
"Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle..."
"Kırdımsa kırdım ne olacak! Çok mu değerliymiş ?"
"Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için."
"Beni görünce yanmıyordu baba."
"Nasıl ya?"
"Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni."
"E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor."
"Hadi ya! Sahiden mi?"
"Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok."

Babama sarıldım, yıllar sonra.

Kim bu erol egemen

Fotoğrafım
İstanbul, Türkiye
günün çoğu vaktinde huzursuz ve rahatsız, hayatı ıskalama konusunda en az başarısız bir dart oyuncusu kadar başarılıdır.